9 Mayıs 2017 Salı

BAYANDAN TEMİZ, AZ KULLANILMIŞ İNŞAAT ÖYKÜLERİ - 02


ALİ ADINDA BİRİ VARDI...

Bu hatırlamaktan hep hüzün duyduğum; ama aynı zamanda paylaşmanın belki iki cihanda da huzur verecek kadar değerli olduğunu düşündüğüm bir anı… Aklıma geldiğinde beni gülümseten, içimi ısıtan gerçek bir öykü, isterim ki herkesi gülümsetsin ve içini ısıtsın…

Onu ilk kez hafif yağmurlu, puslu bir havada fark ettim. Kamyonun yeni boşalttığı çakıl tepeciğinin yanında yere çökmüş, elindeki dal parçasıyla ıslak toprağın üzerine bir şeyler çiziktiriyordu.

Genelde şantiye kontrolüne gittiğim zaman gerekmedikçe işçilerle iletişim kurmamaya özen gösteririm, kısa sorular sorar, cevaplarımı alıp gerekli kontrolleri yaptıktan sonra verilmesi gereken komutları verir, şantiye mühendisi veya sorumlusu ile daha uzun konuşurum.

Bir bayandan kaynaklanan gereksiz sohbet, gereksiz algılar yaratır ve bu algı yanılması elbette yalnız inşaat ortamına özel değildir. Erkek yoğunluklu çalışılan her iş ortamı bu yanlış algıya açıktır, belki aksi de geçerlidir. Bunu hiç deneyimleme olanağım olamadı, yani kadın yoğunluklu iş ortamlarının algı yanılmalarına çok aşina değilim.

Belli etmemeye çalışarak yanına yaklaşıp toprağa ne çizdiğine baktığımda iki bilinmeyenli bir denklem çözmeye çalıştığını fark ettim şaşkınlıkla. Bunca yıllık matematik dolu hayatımda hiçbir zaman ne kumu ne de toprağı çalışma kağıdı olarak kullanmamıştım.

Yaşı en fazla on sekiz idi, kendini kısa mola zamanında yaptığı işe o kadar kaptırmıştı ki beni son anda fark ederek irkildi. Ayağıyla hemen yazdıklarını silmeye çalıştı. Gülümsedim; “Yasak değil onları yazmak” cümlesi çıktı ağzımdan. “Ben dışarıdan okuyorum, sınav var da yakında, tekrar oluyor, böyle aklımda kalıyor.” dedi.

Sonra ayaküstü sohbet etmeye başladık. Memleketi doğuda idi, iş yoktu ve okumak istiyordu, kalkıp dayısının oğlu aracılığı ile buraya gelmiş bu işi bulmuştu. Bir yandan dışarıdan liseyi okuyordu, inşaat mühendisi olmak istiyordu. Bana ilk niçin mühendis oldunuz sorusunu en saf haliyle soran kişiydi, ben onun için sıra dışı idim. Bir an düşündüm; niçin mühendis olmak istemiştim? “Merak ve ilgi alanı herhalde..” dedim. Cevabı beni güldürdü: “Siz bile olduysanız ben de olabilirim.” Yani bu ülkede bir kadın bile mühendis olabiliyorsa ben haydi haydi olurum demek istemişti. Zeki çocuktu, sonra o da anladı ve gülmeye başladı.

Haftada 2-3 kez bazen daha fazla şantiyeye uğruyordum, ara sıra ona bulabildiğim ve işine yarayacağını düşündüğüm ders kitaplarını getiriyordum. Bir gün yine beni çok şaşırtmıştı, elinde bir kitap okurken buldum onu öğle vaktinde. Okuduğu kitap; Friedrich Nietzsche’in “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı kitabı idi. Kendini öyle kaptırmıştı ki..

İnşaat alanında da pratik çözümleri vardı, yaşı küçük olmasına rağmen ona sıklıkla danıştıklarını fark edebiliyordum. Kalıp kurma mantığını kolaylıkla kurgulayabiliyor, ölçme konularında hemen hiç hata yapmıyordu. Kelimelerle kendisine anlatılan durumu hemen üç boyutlu tasarım olarak algılıyor ve hızlıca uygulayabiliyordu. Olmaması gereken tarlada bitmiş bir ayrık otu gibiydi. Bulunduğu ortam için gereğinden fazla zeki ve becerikliydi, üstelik öğrenmeye açık, eğitimli olmaya istekliydi. Onu sıra dışı olarak tanımlayabilirdim.

Hiç kızgın haline rast gelmedim. Sessiz, sakin ve her şeyi kabullenmiş bir kişiliği vardı. Sanki evrenle bir barış anlaşması imzalamıştı. Şantiyede iki kediyi sahiplenmişti, düzenli olarak onları besliyordu. Şantiyedeki barakalarda diğer işçilerle birlikte yaşıyordu, evi şantiyeydi.

Adı Ali’ydi. Onun hakkında birebir yaşadıklarım bu kadarla sınırlı ne yazık ki; üç dört aylık bir süreçte ancak sekiz-on kez karşılaşmış ve kısa sohbetler yapabilmiştim.

Bir iki geliş gidişimde Ali’nin olmadığını fark ettim. Birlikte çalıştığı kalıp ustasına sordum, memlekete gittiğini, annesinin çok hasta olduğu haberinin geldiğini söyledi. Bir sonraki gidişimde ise usta yanıma gelerek, “Hani o sorduğun Ali var ya Mühendis Hanım” dedi, “Öldü o..” Bir an ne diyeceğimi bilemedim: “Nasıl yani bizim Ali öyle mi?”

Sonradan Şantiye Mühendisi anlattı hikayesini. Annesi çok hastalanmış gerçekten, o gittiğinde de vefat etmiş kadıncağız. Cenaze ve defin işlerinin ardından dönmek için yola çıkmış, dönüş yolunda trafik kazasında ölmüş Ali. Dönememiş şantiye evine yani.

Çok üzülmüştüm; bunca ölebilecek insan varken kısmetin Ali gibi ayırt edilen üstün niteliklere sahip birine denk gelmesine isyan etmiştim. Yaşım bugünden daha gençti ve kabullenme olgunluğunu henüz tam manasıyla kazanmış değildim. Bence genç ve yaşlı insanın en önemli farkı hayatın getirdiklerini kabul etme olgunluğunun seviyesidir.

Bu haberi öğrendiğim aynı gün küçük bir oğlan çocuğu geldi şantiyeye, Ali Ağabey nerede diye sorduğunu işitmiştim. Karşıdaki gecekonduların birinde yaşıyormuş ufaklık, Ali bazen akşamları ona Matematik dersi veriyormuş. Başka bir gün çingene bir kadın geldi, sokak başında hastane önünde çiçek satarmış kendisi, o da Ali’den aldığı borcu geri getirmiş. Ortaokula giden iki kız ödünç aldıkları kitapları geri vermeye geldiler. Sıklıkla onun elinin değdiği, iyiliğinin dokunduğu kişilerle ilgili yeni bir duyum ya da haber alıyordum.

Ali’nin soyadını hiç öğrenemedim. Galiba Erzurum’un bir köyündendi. Hiçbir şeyi olmayan bir insanın, kocaman yüreği ve aklıyla çevresine nasıl ışık saçabileceğini ve değiştirebileceğini öğretmişti bana, üstelik bunu hiç kelime kullanmadan ve çaba harcamadan yapmıştı. Bu değerli öğretiyi hiç unutmadım. En olumsuz zamanlarımda bile Ali’yi hatırlar ve içimden kendi kendime “Evrenle yaptığın barış anlaşmasını hatırla” derim. İşte onu bu yüzden hep gülümseyerek hatırlıyorum, sizler de zor zamanlarınızda Ali’yi ve onun gibi insanları hatırlayın, her zaman dünyayı değiştirmek ve zorlukları yenmek için bir şans vardır…


Ali’nin ve Ali gibi kocaman yürekli, kocaman beyinli insanların anısına…
Fatma Candan ASAL
İstanbul, Mart 2001

20 Ocak 2017 Cuma

BAYANDAN TEMİZ, AZ KULLANILMIŞ İNŞAAT ÖYKÜLERİ - 01


İlk babam sormuştu rahmetli: "Niye illa İnşaat Mühendisliği kızım? Öğretmen ol, doktor ol, eczacı ol, niye İnşaat?" O yıllarda her şeye karşı olmak modası vardı ama benim tercih etmemin bu durumla hiç ilgisi yok. Ben bilişime de öyle bulaştım; hayal edilen şeylerin gerçekleştiğini hızlıca görmek istediğimden. İnşaat işi hesaplama, planlama içeren, görerek, dokunarak pratiğini de yapabileceğin bir iş. Tasarım var, hesap var, sonunda ise gerçekleştirme var.


İTÜ İnşaat Fakültesi, İnşaat Mühendisliği bölümünde okurken stajlarımdan birini yaz döneminde bir kamu kuruluşunda yaptım. İstanbul Beşiktaş’ ta köprü bağlantılı bir viyadük projesiydi. Hatırladığım kadarı ile 83 yazı olmalı, ülkemde ilk kez çelik çekme halatla yapılan viyadük projesi idi ya da bana mühendis ağabeylerim tarafından o zaman söylenen bunun ilk olduğu idi, herhalde doğrudur.


Ülkemde bu tarz almanak içerikli bilgilere ulaşmak zordur, ne arşiv tutarız ne de bilimsel bir platforma kayıt atarız. Genelde söyleneni doğru kabul etmek durumundayız. O nedenle bu ülkede hemen herkes bu boşluktan istifade edip, sallayıp duruyor. İnsanlar da kalıba ve unvana bakıp bu yalan söylemez herhalde kabulü ile en bilimsel veriyi bile inanmak ya da inanmamak üzerinden tartışabiliyor. Böyle bir ortamda ne kaliteli bilim insanın olabiliyor ne de kurumun. Çünkü kaliteliyi kalitesizden ayırt edecek gerçek verilere sahip değilsin.


Eğer daha taze bir inşaat mühendisi adayı isen; ilk şantiye stajında ne yapacağını bilemezsin, öylece durursun… Bir de bayan mühendis isen; şantiyelerde az bulunan bir tür olduğundan senin soru sormanı, kendini işe dahil etmeni beklerler, varlığına alışmaları gerekir.  


İkinci haftanın sonunda Cumartesi günü öğleden sonra henüz ısınma turlarını bile tamamlamamışken yetkili herkesin ani özel işi çıkmış ve bir anda kendimi şantiye barakasında tek başına bulmuştum. Gitmeden elime tutuşturdukları günlük kontrol listesi ile akşam 18.00 gibi her kritik noktayı ziyaret edip listedeki işlere tamamlandı diye işaret atmam gerekiyordu.


Bu tek başına kalma durumunu önceden öngöremediğimden; tipik stajyer kafası ile Cumartesi günü saat 16.00 civarında izin alıp çıkmak üzere plan yapmış, liseden yakın arkadaşım G.. ve arkadaş grubumuzla Beşiktaş'ta hoş bir akşam yemeği ve sohbet için popüler mekanların birinde rezervasyon bile yaptırmıştık.


Ama ben ani gelişen olaylar neticesinde elimde bir iş listesiyle baş başa kalmıştım. İşten dolayı bir tedirginliğim yoktu, tüm ayrıntılar çok güzel planlanmıştı ve şantiye saat gibi işliyordu. Aslında yapacağım rutin bir prosedürü uygulamak ve işçilerin disiplini için başlarında durmaktan ibaretti, bana ne yapacağımı mühendis ağabeyler detaylı olarak zaten gitmeden anlatmışlardı.


Çaresiz G.. gelecek ve ben de saat 18.00 gibi kontrolleri yapacak, sonrasında birlikte şantiyeden çıkacaktık. Kafamda hızlıca şekillenen plan bundan ibaretti. Haberleşme imkanımızın evden çıktıktan sonra artık mümkün olmadığı o yıllarda gün içindeki her türlü değişiklik hayatımıza bir sürpriz olarak yansıyor bu duruma uyum sağlamaya çalışıyorduk. Yaşam biçimimiz zaten böyle olduğu için arkadaşım G.. nin benimle şantiye ortamında 2-3 saat bekleme durumunu anlayışla karşılayacağını biliyordum.


Ancak her ihtimali hesaplamamış olduğumu ve durumu çok hafife aldığımı G.. geldiği andan itibaren biraz anlamaya, dakikalar geçtikçe iyice anlamaya 1-2 saat içinde ise tam manasıyla idrak etmeye başlayacaktım.


Ve G.. saat 15.50 gibi geldi.. Şantiye barakasında sakince bir masada otururken yüksek tonda bir zılgıt sesinin eşlik ettiği çeyrek bomba çapındaki gürültünün şiddeti ile yerimden sıçrayarak dışarıya koştum. Dışarı çıkınca bu gürültüye ve kargaşaya sebep olan şeyin aslında G.. olduğunu idrak etmek 1-2 dakikamı almıştı.


Garibim G.. benimle bir öğleden sonrasının tamamını şantiye ortamında geçireceğini bilmediğinden, muhtemelen buluşmaya geleceği yerin bir şantiye alanı olabileceğini de hiç aklına getirmediğinden; (ki bu ayrıntıyı ben söylememiş olabilirim) oldukça mini kırmızı bir etek, seksi kırmızı rugan ayakkabılarına eşlik eden yine kırmızı rugan bir çanta, hafif röfleli aslan yelesi havalı saçları, pür makyajı, siyah incecik derin göğüs dekolteli bluzun  eşlik ettiği o yıllarda moda olan altın rengi kemeriyle şantiyenin ortasına düşmüş bir bomba misali karşımda durmaktaydı.


Ben dışarı çıktığımda karşılaştığım manzara şu biçimdeydi: G.. nin içeri girdiğini gördüğü andan itibaren üç işçi az ötede ara sıra zılgıt çekmeye devam ederek “Kaytan bıyıklarını bilmem nerelerine..” türküsü eşliğinde halay çekmeye başlamış, kapıdakinin (daha sonra öğrendiğime göre) G.. içeri girdiği zaman aklınca espri yapacağı tutmuş ve el megafonundan “Müjde AR şantiyemizi ziyarete geldi” diye bağırmasıyla S.. Usta 14 m kadar yüksekten içi metal malzeme dolu kovasını aşağı düşürmüştü. Tüm şantiye bir anda toptan molaya geçmiş, yoğun tezahürat eşliğinde benim hareketime odaklanmış gibiydi. Günün eğlencesi olmak bir yana daha 20 yaşlarında olup bu durumla nasıl başa çıkacağımı bilemediğimden, başıma ani bir ağrı girdi ve öylece bakakaldım. Sanırım durumu anladıktan sonra da 1 dakika kadar boş ve manasız bakıp durdum.


Kendimi toparlar toparlamaz hemen G.. nin üstünü örtercesine ona sarıldım ve hoş geldin deyip hızlıca onu şantiye barakasına doğru aklımca güvenli bir ortama sürüklemeye başladım. Bu tabii ikinci hata oldu… Ben onu sürüklerken G.. bu hıza 18 punto ayakkabıları nedeniyle ayak uyduramamış, ikimizi birden yere sürüklemiş ve yalnızca şantiye toplumunun değil yoldan geçenlerin bile alkışlarına mazhar olacak son derece seksi, estetik bir düşme hareketini birlikte becermemizi sağlayarak, tozlu şantiye toprağını koyun koyuna öpmemizi sağlamıştı. Bu manzara bir önceki sahneden daha beter ve daha da onarılamazdı...


Şefkat dolu işçiler önce G.. yi ihtimamla yerden kaldırmış, sonra beni de hatırlayıp sanırım ayıp olmasın diye destek olmuşlardı. Üstümüzdeki tozu silkelemeye başladıkları anda aklım başıma gelmiş ve kontrolü o anda almam gerektiğini hissedip yüksek tonda bir sesle: “Teşekkürler, herkes işinin başına geçerse Cumartesi günü vaktinde kapanış yapabiliriz” gibilerinden bir cümle sarf edebilmiştim. Bu çok garip durumu atlattığımı düşünerek barakaya girdim, G.. ve kendim için birer çay istedim.


Her zaman bize üfleyip püfleyerek ancak 10-15 dk. Sonra çay getiren H.. nin o kadar kısa sürede beyaz porselen tabak içinde nereden bulduğunu bilemediğim iki çeşit bisküvi eşliğinde çayı servis edebiliyor olması hala dün gibi hatırımdadır. Buna benzer başka pek çok ilki yaşadığım bir gün olarak ta hafızamdan hiç silinmeyecek bir gündür o gün aynı zamanda. Mesela G.. nin şantiyeye girdiği anda Kovayı düşüren S.. Usta ve yardımcısının içeri gelip “Misafirinize şantiyeyi gezdirelim mi Mühendis Hanım?” diye sorması gibi. Bu cümlede iki tane ilk kez yapılan hareket vardı; biri bana “Mühendis Hanım” diye hitap etmesi (ki Küçük Hanım dedikleri bile olmuştu), diğeri ise gelen birine şantiyeyi gezdirme konusunda gönüllü olunması. Motivasyon unsurunun ne kadar önemli olduğunu da uygulamalı olarak o gün çok iyi anlamıştım. (ki tabii burada iş dünyası için ters bir motivasyondan söz etmekteyiz)


Çay içtiğimiz süre zarfında bir tam cümleyi kurmam mümkün olamamış, anladığım kadarı ile G.. yi yakından görme arzusu nedeniyle şantiye barakası “Şantiye Türbesi” olmaya aday kutsal ziyaret mekanına dönüşmüştü. İçeri sıklıkla ve sürekli giren S.. Usta ise gözümden kaçmamıştı. Şantiye düzeni dağılmış ve işler sarpa sarmıştı. En basit işler için bile kontrol listesine tamamlandı diye vaktinde tik atabileceğimden emin değildim, ciddi endişe duymaya başlamıştım.


Saat 17.30 gibi G.. ye çıkıp şantiye içinde kontrol için tur atacağımı ve hemen döneceğimi söyledim. Aslında onu yanıma alıp almamakta kararsız kalmıştım her iki şıkta farklı tehlikeler içermekteydi. Sonunda almamaya karar vermiştim. Daha kapıdan çıkar çıkmaz S.. Usta kapının yanında bitivermiş “G.. Hanım yalnız mı kaldı?” diye en salak haliyle sırıtarak sormuştu. Türk filminden bir sahnenin içine mi düştüm diye kendimi sorgularken, başımdaki ağrı bir kademe daha artış göstermişti. S.. Usta benim cevabımı beklemeden içeriye dalmıştı. Kafamın içinde bağıran sesleri susturup hızlıca şantiye içinde dolaşmaya başladım. Hedefim bir an önce barakaya geri dönmekti, G.. yi S.. Usta ile yalnız bırakıp çıktığım için içim hiç rahat değildi.


Neyse ki şantiye alanında sohbet sesleri fazlalaşmış ve türkü çağıranların sayısı artmış olsa da işler bir şekilde akmaktaydı. Barakaya doğru geri döndüğümde kapının dışına yansıyan kahkaha seslerini duydum sonrasında içerdeki manzarayı gördüğümde ise neredeyse küçük dilimi yutacaktım.


Manzara şu biçimde idi: G.. sandalyede bacak bacak üstüne atmış eğilip bükülüp karnını tutarak kahkahalarla gülüyor, S.. Usta yere düşmüş olan toplu iğneleri yine kahkahalarla gülerek dizleri üstünde tek tek toplarken Kemal SUNAL filmlerinden bazı alıntı replikler söyleyerek şaklabanlık yapıyordu. Bu muhabbetin nasıl bu biçime evrildiğini hala bu manzara aklıma geldiğinde çok merak ediyorum.


Benim girdiğimi görünce G.. bana dönerek: “Ne komik ne tatlı adam bu S.. Usta” dediğinde manasız ve çaresiz bakışlarla susmaya devam ettim. Ne diyeceğimi bilemediğim ender anlardan biriydi. Nedense işlerin gittikçe daha sarpa sardığına dair bir hissiyatım vardı. Günün sona ermesi için içimden dua ettiğimi hatırlıyorum. Sonraki yarım saat S.. Usta, ben ve G.. üçlüsü olarak benim dahil olmadığım bu garip muhabbet sürmeye devam etti. İçeri giren çıkanlar devam etti ve benim başımın ağrısı da devam etti.


Saat 18.15 gibi kontrol listesi ile şantiye alanına çıktım, kontrol sonrası iki iş dışında hemen hepsi tamamdı, tamam olmayan iki işin de S.. Usta tarafından tamamlanması gereken işler olması benim için hiçte sürpriz olmadı. O biraz geç vakte kalarak işini tamamlayacağını söyledi, ikna olmaya hazırdım, aslında umurumda değildi bir an önce bu gün bitsin istiyordum şantiyeden G.. ile birlikte çıkmak istiyordum.


Şantiyeden 19.00 gibi G.. ile birlikte çıkarken S.. Usta G.. ye şantiyenin telefon numarasını veriyordu (çünkü evi yoktu ve şantiyede yatıyordu) benim uzaylıya bakar gibi bakan bakışlarımın eşliğinde G.. evinin telefon numarasını yazdığı kağıdı S.. Ustaya uzatıyordu. Bu manzarayı da hiç yorum yapmadan izleyip bir grup işçiyle birlikte şantiye girişinden dışarıya yürüdüğümüzü hatırlıyorum ve bu kabusun bittiğini zannettiğimi de hatırlıyorum. Ama daha günlerden hala Cumartesi idi, henüz Pazartesi olmamıştı..


Pazartesi sabahı şantiye kapısından içeri girdiğimde elinde çay ve yanında bisküvi tabağıyla S.. Usta karşımda bitiverdi. O kadar saftım ki henüz kabusun bitmemiş olma ihtimalini aklıma dahi getirmiyordum. Teşekkür edip gülümseyerek çay ve bisküvileri kabul ettim. Öğlene kadar önceki haftalar gibiydi ya da bana öyle gelmişti. Öğleden sonra bana rehberlik eden mühendis R.. Ağabey “Seninle bir şey konuşacağım” dedi. Ben de tabi diyerek hemen masasının yanındaki sandalyeye oturdum. Konunun S.. Usta ile ilgili olduğunu söyledi. Ne olabilirdi ki?..


Söze şöyle başladı: “Bak babam bana hep derdi ki sevenleri ayırmak günahtır..” Şaşkınlıkla konuşmaya odaklandım ve dinlemeye devam ettim, ilk cümle birden çok ilgimi çekmişti, acaba arkasından ne çıkacaktı.


R.. dedi ki: “S.. Usta senin bir arkadaşına aşık olduğunu söyledi birbirlerini seviyorlarmış ama sen galiba biraz ters davranıyor, onların birlikte olmasını arzu etmiyormuşsun tabii ben yok canım Candan Kardeşim yapmaz öyle şeyler dedim..” Gözlerim artık sanırım sabit bakıyordu kabus gerçekten bitmemişti ve ben yine aniden başıma gelen bu yeni olayı anlamaya çalışıyordum. “Daha Cumartesi öğleden sonra tanıştılar benim bildiğim yani..” gibilerinden bir şeyler mırıldandım şaşkınlıkla ama R.. motor takmış gibi konuşmaya devam ediyor, bana konuşma imkanı tanımıyordu, bendeki şaşkınlığı “duruma bozulma” olarak yorumlamış, gerçekten anlamaya çalışma çabamı “Daha fazla durumu sabote etme” biçimine dönüştürmüş, nasihat ve bilgelik taslama aşamasına geçmeye başlamıştı.


Ne desem nafile bir durum oluşmuştu. Bir ara ondan fırsat bulunca “Ben ne yapacağım?” diye sormayı akıl ettim nihayet.. Bu sefer o sustu ve hayretle bana baktı: “Nasıl ne yapacaksın?..” Dedim ki: “Yani ne yapmam gerekiyor, ne yapayım?” “Sevenleri Ayırma” diyerek lafını bitirdi.. Biz acaba bu noktaya nasıl gelmiştik? Ben niye bu duruma düşmüştüm? Gerçekten anlayamıyordum.. Durum hem çok komik hem de vahimdi. Tam açıklamaya başlayacakken şantiyeye üst düzey birileri geldi R.. bunu duyunca hızla dışarı çıktı bütün gün onlarla ilgilendi ve akşam birlikte dışarı çıktılar. En erken ertesi gün görüşebilecektik, gün içinde hiç fırsat olmamıştı.


Akşam G.. yi aradım ve olanları anlattım. Telefonun karşı tarafında kahkahalarla gülüyor ve “Çok komik adam yahu” demeye devam ediyordu. “Beni sinir etme, ben ne yapacağım onu söyle?” diye sorduğumda bana söylediği cevap şu idi: “Boş ver akışına bırak, ararsa arasın, hem esprili adam, komik ve eğlenceli” Bu arada G.. nin yaklaşık bir yıldır nişanlı olduğunu ve bu olayı geçtiğimiz Cumartesi akşamı birlikte gittiğimiz mekanda kahkahalar eşliğinde nişanlısı ile de abartarak paylaşmış olduğunu belirtmeliyim. S.. Usta ve Mühendis R.. olayı başka bir gezegende yaşıyor olsalar da bizim gezegende durum onlar adına bu kadar vahimdi.  


Salı sabahı, ben şantiye barakasına girerken S.. Usta yine içeriden çıkıyordu ve bana “Sana çay bisküvi getireyim mi mühendis bacım?” diye sorarak yine sırıtmayı ihmal etmedi. Rüşveti çay ve bisküvi olarak bağlamış, yeni samimi unvanım ise “bacım” olarak tescil edilmişti. G.. nasıl olsa akışına bırak demişti. Ben de ikramı ikiletmedim “Aaa çok sevinirim, Sağol” diyerek kabul ettim. Gün içinde yine konuşma fırsatı olmamıştı, bende çok üstüme alınmak istemiyor, çok ta üstelemiyordum. Salı akşamı S.. Usta yine yanıma geldi ve R.. ile birlikte konuşmak istiyoruz bir konuda dedi. R.. ile birlikte beni karşılarına aldılar. R.. hepimizin ağabeyi, büyüğü olmak sıfatıyla yine sazı eline aldı ve “Şimdi S.. ailesini haberdar etmiş, memleketten geliyorlar sen bir kardeşlik yap aracı ol..” (bu konuşmanın bir yerinde yine “sevenleri ayırma” repliği var - diyaloglarımızın olmazsa olmazı haline gelmişti bu replik)


Bu isteme olayının bana iletilmesi sanırım benim için bardağı taşıran son damla olmuştu. Sinirlerim iyice bozulmuştu, artık kendimi tutamıyor kahkahalarla gülüyor ve kendime engel olamıyordum. S.. Usta R.. ye dönüp “Ben size diyorum Mühendis Bey bu normal değil ama ben arkadaşı G.. yi seviyorum” cümlesini kurunca artık iyice kopmuştum, farklı bir evrende oldukça komik bir filmin sahnesinde sıkışıp kalmış gibiydim, gülmemi durdurmam imkansızdı..


Yaklaşık 3-4 dk. kadar aralıksız güldüm, ama durumu gerçekten de oldukça komik buluyordum. Karşımdaki insanların ciddi ve inanarak konuyu hala gündemde tutma çabaları oscar ödülünü hak edecek düzeyde muhteşem bir saflık içeriyordu ve ben kimseyi kırmadan durumu nasıl çevireceğimi bilemiyordum. Gülmemi biraz kontrol altına alınca: “Ama G.. nişanlı sonbaharda evlenecekler” cümlesi çıktı ağzımdan..


Bir anda ağır bir sessizlik oldu, S.. ve R.. nin bakışları anlamsızlaştı; ardından R.. “Niye o zaman S.. Usta ile de birlikte olup herkese mavi boncuk dağıtıyor, ümit veriyor?” demez mi.. S.. elindeki çay bardağını yere çarpıp “kahpe hayat” diye bağırarak dışarı çıktı. R.. “Çok ayıp arkadaşının yaptığı..” diye devam etti.. Ben artık dayanamayıp: “Ama yalnızca Cumartesi gününden beri tanıştığı G.. için bunca hayal kurabiliyor olmak size normal mi geliyor?” diye sorduğum andan itibaren şaşkınlıkla bana baktı ve ilk kez konuşmasını keserek beni dinlemeye başladı.


R.. durumu anlayınca çok güldü ve benden bütün hafta boyunca özür dileyip durdu. Aklına geldikçe gülmeye devam etti. S.. artık bana bir daha çay ve bisküvi getirmedi, ben de onun çalıştığı ortama gitmedim, aramızda sessiz bir anlaşma var gibiydi. Beş haftalık staj süremi tamamlayıp ayrıldığım gün yanına gidip “Allah’a ısmarladık, hakkını helal et” dedim, elimi uzattım. Elimi sıktı “Senle bir şeyim yok, arkadaşın kötü çıktı” dedi. Özünde saf ve iyiydi, demir ustalığı iyiydi, ondan etriye demirlerinin bağlanma inceliklerini, filmlerdeki karakterlerin gerçek dünyada var olabileceğini, medeni cesareti öğrenmiştim; umarım mutlu olmuştur ve hala çılgın hayalleri vardır...


Fatma Candan ASAL

Ocak 2003, İstanbul