ALİ ADINDA BİRİ VARDI...
Bu hatırlamaktan hep hüzün duyduğum; ama aynı zamanda paylaşmanın
belki iki cihanda da huzur verecek kadar değerli olduğunu düşündüğüm bir anı…
Aklıma geldiğinde beni gülümseten, içimi ısıtan gerçek bir öykü, isterim ki
herkesi gülümsetsin ve içini ısıtsın…
Onu ilk kez hafif yağmurlu, puslu bir havada fark ettim.
Kamyonun yeni boşalttığı çakıl tepeciğinin yanında yere çökmüş, elindeki dal
parçasıyla ıslak toprağın üzerine bir şeyler çiziktiriyordu.
Genelde şantiye kontrolüne gittiğim zaman gerekmedikçe
işçilerle iletişim kurmamaya özen gösteririm, kısa sorular sorar, cevaplarımı
alıp gerekli kontrolleri yaptıktan sonra verilmesi gereken komutları verir, şantiye
mühendisi veya sorumlusu ile daha uzun konuşurum.
Bir bayandan kaynaklanan gereksiz sohbet, gereksiz algılar
yaratır ve bu algı yanılması elbette yalnız inşaat ortamına özel değildir.
Erkek yoğunluklu çalışılan her iş ortamı bu yanlış algıya açıktır, belki aksi
de geçerlidir. Bunu hiç deneyimleme olanağım olamadı, yani kadın yoğunluklu iş
ortamlarının algı yanılmalarına çok aşina değilim.
Belli etmemeye çalışarak yanına yaklaşıp toprağa ne
çizdiğine baktığımda iki bilinmeyenli bir denklem çözmeye çalıştığını fark
ettim şaşkınlıkla. Bunca yıllık matematik dolu hayatımda hiçbir zaman ne kumu
ne de toprağı çalışma kağıdı olarak kullanmamıştım.
Yaşı en fazla on sekiz idi, kendini kısa mola zamanında
yaptığı işe o kadar kaptırmıştı ki beni son anda fark ederek irkildi. Ayağıyla
hemen yazdıklarını silmeye çalıştı. Gülümsedim; “Yasak değil onları yazmak”
cümlesi çıktı ağzımdan. “Ben dışarıdan okuyorum, sınav var da yakında, tekrar
oluyor, böyle aklımda kalıyor.” dedi.
Sonra ayaküstü sohbet etmeye başladık. Memleketi doğuda idi,
iş yoktu ve okumak istiyordu, kalkıp dayısının oğlu aracılığı ile buraya gelmiş
bu işi bulmuştu. Bir yandan dışarıdan liseyi okuyordu, inşaat mühendisi olmak
istiyordu. Bana ilk niçin mühendis oldunuz sorusunu en saf haliyle soran
kişiydi, ben onun için sıra dışı idim. Bir an düşündüm; niçin mühendis olmak
istemiştim? “Merak ve ilgi alanı herhalde..” dedim. Cevabı beni güldürdü: “Siz
bile olduysanız ben de olabilirim.” Yani bu ülkede bir kadın bile mühendis
olabiliyorsa ben haydi haydi olurum demek istemişti. Zeki çocuktu, sonra o da
anladı ve gülmeye başladı.
Haftada 2-3 kez bazen daha fazla şantiyeye uğruyordum, ara
sıra ona bulabildiğim ve işine yarayacağını düşündüğüm ders kitaplarını
getiriyordum. Bir gün yine beni çok şaşırtmıştı, elinde bir kitap okurken
buldum onu öğle vaktinde. Okuduğu kitap; Friedrich Nietzsche’in “Böyle Buyurdu
Zerdüşt” adlı kitabı idi. Kendini öyle kaptırmıştı ki..
İnşaat alanında da pratik çözümleri vardı, yaşı küçük
olmasına rağmen ona sıklıkla danıştıklarını fark edebiliyordum. Kalıp kurma
mantığını kolaylıkla kurgulayabiliyor, ölçme konularında hemen hiç hata
yapmıyordu. Kelimelerle kendisine anlatılan durumu hemen üç boyutlu tasarım
olarak algılıyor ve hızlıca uygulayabiliyordu. Olmaması gereken tarlada bitmiş
bir ayrık otu gibiydi. Bulunduğu ortam için gereğinden fazla zeki ve
becerikliydi, üstelik öğrenmeye açık, eğitimli olmaya istekliydi. Onu sıra dışı
olarak tanımlayabilirdim.
Hiç kızgın haline rast gelmedim. Sessiz, sakin ve her şeyi
kabullenmiş bir kişiliği vardı. Sanki evrenle bir barış anlaşması imzalamıştı.
Şantiyede iki kediyi sahiplenmişti, düzenli olarak onları besliyordu.
Şantiyedeki barakalarda diğer işçilerle birlikte yaşıyordu, evi şantiyeydi.
Adı Ali’ydi. Onun hakkında birebir yaşadıklarım bu kadarla
sınırlı ne yazık ki; üç dört aylık bir süreçte ancak sekiz-on kez karşılaşmış
ve kısa sohbetler yapabilmiştim.
Bir iki geliş gidişimde Ali’nin olmadığını fark ettim.
Birlikte çalıştığı kalıp ustasına sordum, memlekete gittiğini, annesinin çok
hasta olduğu haberinin geldiğini söyledi. Bir sonraki gidişimde ise usta yanıma
gelerek, “Hani o sorduğun Ali var ya Mühendis Hanım” dedi, “Öldü o..” Bir an ne
diyeceğimi bilemedim: “Nasıl yani bizim Ali öyle mi?”
Sonradan Şantiye Mühendisi anlattı hikayesini. Annesi çok
hastalanmış gerçekten, o gittiğinde de vefat etmiş kadıncağız. Cenaze ve defin
işlerinin ardından dönmek için yola çıkmış, dönüş yolunda trafik kazasında
ölmüş Ali. Dönememiş şantiye evine yani.
Çok üzülmüştüm; bunca ölebilecek insan varken kısmetin Ali
gibi ayırt edilen üstün niteliklere sahip birine denk gelmesine isyan etmiştim.
Yaşım bugünden daha gençti ve kabullenme olgunluğunu henüz tam manasıyla kazanmış
değildim. Bence genç ve yaşlı insanın en önemli farkı hayatın getirdiklerini
kabul etme olgunluğunun seviyesidir.
Bu haberi öğrendiğim aynı gün küçük bir oğlan çocuğu geldi
şantiyeye, Ali Ağabey nerede diye sorduğunu işitmiştim. Karşıdaki
gecekonduların birinde yaşıyormuş ufaklık, Ali bazen akşamları ona Matematik
dersi veriyormuş. Başka bir gün çingene bir kadın geldi, sokak başında hastane
önünde çiçek satarmış kendisi, o da Ali’den aldığı borcu geri getirmiş. Ortaokula
giden iki kız ödünç aldıkları kitapları geri vermeye geldiler. Sıklıkla onun
elinin değdiği, iyiliğinin dokunduğu kişilerle ilgili yeni bir duyum ya da
haber alıyordum.
Ali’nin soyadını hiç öğrenemedim. Galiba Erzurum’un bir
köyündendi. Hiçbir şeyi olmayan bir insanın, kocaman yüreği ve aklıyla
çevresine nasıl ışık saçabileceğini ve değiştirebileceğini öğretmişti bana,
üstelik bunu hiç kelime kullanmadan ve çaba harcamadan yapmıştı. Bu değerli
öğretiyi hiç unutmadım. En olumsuz zamanlarımda bile Ali’yi hatırlar ve içimden
kendi kendime “Evrenle yaptığın barış anlaşmasını hatırla” derim. İşte onu bu
yüzden hep gülümseyerek hatırlıyorum, sizler de zor zamanlarınızda Ali’yi ve
onun gibi insanları hatırlayın, her zaman dünyayı değiştirmek ve zorlukları
yenmek için bir şans vardır…
Ali’nin ve Ali gibi kocaman yürekli, kocaman beyinli
insanların anısına…
Fatma Candan ASAL
İstanbul, Mart 2001