9 Mayıs 2017 Salı

BAYANDAN TEMİZ, AZ KULLANILMIŞ İNŞAAT ÖYKÜLERİ - 02


ALİ ADINDA BİRİ VARDI...

Bu hatırlamaktan hep hüzün duyduğum; ama aynı zamanda paylaşmanın belki iki cihanda da huzur verecek kadar değerli olduğunu düşündüğüm bir anı… Aklıma geldiğinde beni gülümseten, içimi ısıtan gerçek bir öykü, isterim ki herkesi gülümsetsin ve içini ısıtsın…

Onu ilk kez hafif yağmurlu, puslu bir havada fark ettim. Kamyonun yeni boşalttığı çakıl tepeciğinin yanında yere çökmüş, elindeki dal parçasıyla ıslak toprağın üzerine bir şeyler çiziktiriyordu.

Genelde şantiye kontrolüne gittiğim zaman gerekmedikçe işçilerle iletişim kurmamaya özen gösteririm, kısa sorular sorar, cevaplarımı alıp gerekli kontrolleri yaptıktan sonra verilmesi gereken komutları verir, şantiye mühendisi veya sorumlusu ile daha uzun konuşurum.

Bir bayandan kaynaklanan gereksiz sohbet, gereksiz algılar yaratır ve bu algı yanılması elbette yalnız inşaat ortamına özel değildir. Erkek yoğunluklu çalışılan her iş ortamı bu yanlış algıya açıktır, belki aksi de geçerlidir. Bunu hiç deneyimleme olanağım olamadı, yani kadın yoğunluklu iş ortamlarının algı yanılmalarına çok aşina değilim.

Belli etmemeye çalışarak yanına yaklaşıp toprağa ne çizdiğine baktığımda iki bilinmeyenli bir denklem çözmeye çalıştığını fark ettim şaşkınlıkla. Bunca yıllık matematik dolu hayatımda hiçbir zaman ne kumu ne de toprağı çalışma kağıdı olarak kullanmamıştım.

Yaşı en fazla on sekiz idi, kendini kısa mola zamanında yaptığı işe o kadar kaptırmıştı ki beni son anda fark ederek irkildi. Ayağıyla hemen yazdıklarını silmeye çalıştı. Gülümsedim; “Yasak değil onları yazmak” cümlesi çıktı ağzımdan. “Ben dışarıdan okuyorum, sınav var da yakında, tekrar oluyor, böyle aklımda kalıyor.” dedi.

Sonra ayaküstü sohbet etmeye başladık. Memleketi doğuda idi, iş yoktu ve okumak istiyordu, kalkıp dayısının oğlu aracılığı ile buraya gelmiş bu işi bulmuştu. Bir yandan dışarıdan liseyi okuyordu, inşaat mühendisi olmak istiyordu. Bana ilk niçin mühendis oldunuz sorusunu en saf haliyle soran kişiydi, ben onun için sıra dışı idim. Bir an düşündüm; niçin mühendis olmak istemiştim? “Merak ve ilgi alanı herhalde..” dedim. Cevabı beni güldürdü: “Siz bile olduysanız ben de olabilirim.” Yani bu ülkede bir kadın bile mühendis olabiliyorsa ben haydi haydi olurum demek istemişti. Zeki çocuktu, sonra o da anladı ve gülmeye başladı.

Haftada 2-3 kez bazen daha fazla şantiyeye uğruyordum, ara sıra ona bulabildiğim ve işine yarayacağını düşündüğüm ders kitaplarını getiriyordum. Bir gün yine beni çok şaşırtmıştı, elinde bir kitap okurken buldum onu öğle vaktinde. Okuduğu kitap; Friedrich Nietzsche’in “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı kitabı idi. Kendini öyle kaptırmıştı ki..

İnşaat alanında da pratik çözümleri vardı, yaşı küçük olmasına rağmen ona sıklıkla danıştıklarını fark edebiliyordum. Kalıp kurma mantığını kolaylıkla kurgulayabiliyor, ölçme konularında hemen hiç hata yapmıyordu. Kelimelerle kendisine anlatılan durumu hemen üç boyutlu tasarım olarak algılıyor ve hızlıca uygulayabiliyordu. Olmaması gereken tarlada bitmiş bir ayrık otu gibiydi. Bulunduğu ortam için gereğinden fazla zeki ve becerikliydi, üstelik öğrenmeye açık, eğitimli olmaya istekliydi. Onu sıra dışı olarak tanımlayabilirdim.

Hiç kızgın haline rast gelmedim. Sessiz, sakin ve her şeyi kabullenmiş bir kişiliği vardı. Sanki evrenle bir barış anlaşması imzalamıştı. Şantiyede iki kediyi sahiplenmişti, düzenli olarak onları besliyordu. Şantiyedeki barakalarda diğer işçilerle birlikte yaşıyordu, evi şantiyeydi.

Adı Ali’ydi. Onun hakkında birebir yaşadıklarım bu kadarla sınırlı ne yazık ki; üç dört aylık bir süreçte ancak sekiz-on kez karşılaşmış ve kısa sohbetler yapabilmiştim.

Bir iki geliş gidişimde Ali’nin olmadığını fark ettim. Birlikte çalıştığı kalıp ustasına sordum, memlekete gittiğini, annesinin çok hasta olduğu haberinin geldiğini söyledi. Bir sonraki gidişimde ise usta yanıma gelerek, “Hani o sorduğun Ali var ya Mühendis Hanım” dedi, “Öldü o..” Bir an ne diyeceğimi bilemedim: “Nasıl yani bizim Ali öyle mi?”

Sonradan Şantiye Mühendisi anlattı hikayesini. Annesi çok hastalanmış gerçekten, o gittiğinde de vefat etmiş kadıncağız. Cenaze ve defin işlerinin ardından dönmek için yola çıkmış, dönüş yolunda trafik kazasında ölmüş Ali. Dönememiş şantiye evine yani.

Çok üzülmüştüm; bunca ölebilecek insan varken kısmetin Ali gibi ayırt edilen üstün niteliklere sahip birine denk gelmesine isyan etmiştim. Yaşım bugünden daha gençti ve kabullenme olgunluğunu henüz tam manasıyla kazanmış değildim. Bence genç ve yaşlı insanın en önemli farkı hayatın getirdiklerini kabul etme olgunluğunun seviyesidir.

Bu haberi öğrendiğim aynı gün küçük bir oğlan çocuğu geldi şantiyeye, Ali Ağabey nerede diye sorduğunu işitmiştim. Karşıdaki gecekonduların birinde yaşıyormuş ufaklık, Ali bazen akşamları ona Matematik dersi veriyormuş. Başka bir gün çingene bir kadın geldi, sokak başında hastane önünde çiçek satarmış kendisi, o da Ali’den aldığı borcu geri getirmiş. Ortaokula giden iki kız ödünç aldıkları kitapları geri vermeye geldiler. Sıklıkla onun elinin değdiği, iyiliğinin dokunduğu kişilerle ilgili yeni bir duyum ya da haber alıyordum.

Ali’nin soyadını hiç öğrenemedim. Galiba Erzurum’un bir köyündendi. Hiçbir şeyi olmayan bir insanın, kocaman yüreği ve aklıyla çevresine nasıl ışık saçabileceğini ve değiştirebileceğini öğretmişti bana, üstelik bunu hiç kelime kullanmadan ve çaba harcamadan yapmıştı. Bu değerli öğretiyi hiç unutmadım. En olumsuz zamanlarımda bile Ali’yi hatırlar ve içimden kendi kendime “Evrenle yaptığın barış anlaşmasını hatırla” derim. İşte onu bu yüzden hep gülümseyerek hatırlıyorum, sizler de zor zamanlarınızda Ali’yi ve onun gibi insanları hatırlayın, her zaman dünyayı değiştirmek ve zorlukları yenmek için bir şans vardır…


Ali’nin ve Ali gibi kocaman yürekli, kocaman beyinli insanların anısına…
Fatma Candan ASAL
İstanbul, Mart 2001

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder